''Geçmiş, şimdiki zamana gerçekten de musallat olabilir.''
Jean-Paul Sartre
Kahvemden son yudumu alıp sol kolumu göz hizama kaldırıyorum. Saat 8 buçuk, 8 numaranın gelmesine 10 dakika var. 8 numaranın beni perişan etmesine tam 10 dakika var. Şarjı prizden kurtarıp telefonu çantama atıyorum. Kapı eşiğinde her zamanki gibi anahtardan önce tütünü kontrol ediyorum. Fincanı durulamadım, olsun. Ayakkabılarım toz içinde, olsun. Kulaklığımın şarjı bitmiş, olsun. Kalktığımda giydiğim siyah tişörtün kumaşına gidiyor elim, dışarı çıkılacak gibi mi diye burnumu yaklaştırıyorum. ‘‘Keşke.’’ Diyorum. ‘’Keşke insanların kumaşının kaç kullanımlık olduğunu iki koklayışta anlasam, bir dokunuşta erişebilsem ruhlarına.’’
Minibüs gelene kadar durağın önünde karabaşın boynunu kaşıyan kızı izliyorum. Eskisi kadar samimi gelmiyor çiçekleriyle konuşanlar, sokak hayvanlarını okşayan eller, neşeli günaydınlar… Bu kız da hiç samimi gelmiyor bana. Sağ eli tüyler arasında kaybolurken boşta kalan sol eli korku salıyor içime. Sanki o el aniden boğazıma yapışacak, yaşlı köpeğe gösterdiği sevginin karşıtını benden çıkacak. Böyle bir şey yaşansa ne yaparım düşünüyorum. Kızın soluğumu kesmekte haklı olduğuna karar kılmışken 8 numara durağa yaklaşıyor. Kapıya yürürken yaşlı köpek burnunu bacağıma değdiriyor. ‘‘Yapma.’’ Diyorum içimden. ‘‘Yapma, ben senin her zerrene pislik akıtırım.’’
8 numara ilerliyor. O ilerledikçe zihnim geriliyor. Yeni tanıştığım manav abi son kez dizime bakıp ‘‘Geçmiş olsun.’’ Dilekleriyle iniyor pazarın köşesinde. Geçmişin kucağındayım abi, geçmiyor. 8 numara ilerliyor. O ilerledikçe nefesim kesiliyor. Sabah yürüyüşüne çıkmış tanıdık bir yüz görüyorum uzay sokağında. Mahmurluğumu unutuyorum, ayılıyorum, hayat duruyor. Keşke o yüze yakından bakabilsem ve ‘‘senin yüzünden mi öpmedi beni marketin köşesinde?’’ diye sorabilsem. 8 numara ilerledikçe mideme art arda sancılar giriyor. Tanıştığımız parkın, fotoğraf çekindiğimiz masanın, adımladığımız kaldırım taşlarının gözleri vücudumu kaplıyor. Evinin köşesi, okulunun önü boğazımı yakıyor. ‘‘Neden?’’ Diye soruyorum. ‘‘Neden böyle oldu?’’
8 numaranın bıçak darbeleri sonucunda sağ vaziyette hastaneye giriyorum, sola dönüp kantine yürüyorum. Kimse sesimi duymasın, bedbahtlığım kimseye bulaşmasın diye terastaki en pis masaya oturuyorum. Kapı aralanıyor, bir kadınla bir adam kendileri kadar temiz olan masaya geçiyorlar. Adam çayları masaya koyuyor, kadın sırayla üç şekeri teker teker açıp ilk ikisini kendi çayına, son şekeri de adamın çayına atıyor. Şeker cam bardağa daireler çizerek kayboluyor. Şeker kaybolarak tadını salıyor sıcaklığa. Adam sigarasını ilk yudumunu alır almaz yakıyor kadınsa üçüncüden sonra. Gözlerim masaya sekip bu iki insana takıldığından beri kendimi daha iyi hissediyorum. Aşk var ya da yok fark etmez. Birbirini dinleyen iki insan gördüğümde kendimi daha iyi hissediyorum. Tam bu sırada içimde birinin kahkahalarını duyuyorum. ‘‘Aldatma.’’ Diyor bana. ‘‘Sen küllüğün yassı tarafısın, aldatma kendini.’’
Comments