google-site-verification: google5de5c95d93b82466.html
top of page
Yazarın fotoğrafıEnes Aydın

Bulantı Portresi

Saatler ilerledikçe akan zaman ruhuna yapışıyordu. Bir benliğin varoluş haliydi yaşamak. Ayakları paslı bir yelkovan, benliğinin sınırında durdu ve simsiyah olmuş ellerini okşadı. Memeleri gecenin birine bulanmıştı. Terleyen avuçları defterin kurak sayfalarına can veriyordu. Tehlikeli yazısının hemen üzerinde bulunan kuru kafa simgesi ile göz göze geldi. Küçük, asitli bir gölün kabarcıkları genzini yakmaya başladı. Hissettikleri senelerce tıp dergilerinde gördüğü reflüye hiç benzemiyordu. Midesinin büyük bir akvaryum olduğu gerçeğini ona hiç kimse söylememişti. Defterinde yırtılmış bazı sayfaların olduğunu fark etti. Yuttuğu kağıtların solungaçları olduğunu henüz o dahil kimse bilmiyordu.

Şehrin tüm piçleri kulağını sıyırdı. Aldığı her nefeste sıkışan ciğerleri, şehrin kiliselerinde üç vakit durmadan çaldı. İskeleden ayaklarını salladığında gecenin saat kaç olduğunu bilmiyordu. Ansızın gökyüzüne hohladı. Beklediği, koca bir dumanın denize doğru savrulmasıydı fakat duman değil, şu sorular gecenin soğuğuna karıştı.

"Sahi neydi bulanmak? Hiçliği miydi bir düşüncenin?"

Saatler önce hayat verdiği defterine düşüncelerini bir mürekkep balığının telaşı içinde savurdu. Kağıtlar soğuktan yahut ıslanmış mürekkepten değil, düşünceleri yüzünden bulanmıştı.

Sanki yazdıkları yalnızca sayfaları değil, ıstırap çeken tüm ruhları bulandırıyordu. Hiçliğin sessizliğini dikenlerinden irin akan bir iskorpit bozdu. "Yaşantın tek perdelik bir oyunun yarattığı trajedinin bir bulantısı değil mi?" İskorpit değil, duyduğu ses denizde kayboldu. Kusmak istiyordu. Kustukça geçer sandığı düşünceleri vardı. Zihni artık öğürmekten boğazı yırtılan ama asla kusamayan bir sarhoştu. Belki midesinin değil ama ruhunun yıkanmasının işe yarayacağını düşündü. Çamaşır suyuna zihnini yatırmak... Çitilemek isterken düşlerinin birbirine sürtünmesi yalnızca zihnini tutuşturmakla kalmadı. Kül rengi çamurlar yarattı.

Bir belgeselde, bazı kabilelerin kızgın közde yürüme ritüeli olduğunu görmüştü. O da közle döşenmiş kızgın yollardan geçti. Toplumun istediği tam olarak buydu. Tüm halkın önünde, kahramanlık gösterileriyle bezenmiş bir cinayet. Artık unuttuklarının, bir saatin üzerini süsleyen sayılardan çok daha fazlası olduğunu anlamaya çalıştı. Çekilen deniz olsa bunu gezegenlerin savrukluğu ile açıklayabilirdi. Ya altından çekilen deniz değil de iskele olsaydı?


Tüm bunları düşünmeden duramıyordu. Evet, evet! Güneş bu sabah ilk defa bembeyazdı ve muhafızlarıyla doğuyordu. Güneşin beyazını üstüne giydi. Bu durumda kolları kendi vücuduna sarılmış ve asla oynatılamaz bir hal almıştı. Güneşin çelimsiz muhafızları, onu tapındıkları güneşi çalmakla suçluyordu. Onu demir bir ranza ve kireçle boyanmış duvarlar içinde cezalandıracaklardı. Dünyanın aydınlanması için olsa gerek odaya geldiklerinde muhafızlar güneşi onun üzerinden çıkarttı. Oysa o bile artık güneşi çaldığına inanmıştı. Aynı tüm bulantılarını defterine bıraktığını düşündüğüne inandığı gibi. Sahi deftere ne oldu? Artık ondan geriye kalan, dikenlerinden irin akan bir iskorpitten başka bir şey değildi. Gri vücudundan geriye dikenleri pul pul külleşen iltihaplı bir defter ve cevabı da soruları gibi bir hiç kaldı.



192 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Yorum


Emre Karataş
Emre Karataş
17 Eyl 2022

Kaleminize sağlık 👏

Beğen
bottom of page