Birbirimize her ne kadar benzesek de bazı yönlerimizle yine de birbirimizden oldukça farklıyız. Kazandığımız deneyimler, aldığımız dersler, kaçtığımız korkular her birimizi ayrı ayrı biçimlere soktu ve biz biricikliğimizi kazandık. Bu anlamda her insan bir kapalı kutu aslında. Dışarıdan çok benzer gözüksek de her birimizin ruhları apayrı.
Ruhumuzu başka ruhların arasında dolaştırmanın en keyifli ve en kolay yoludur edebiyat. Dünya tarihinde muazzam bir yeri olan büyük yazarların eserlerini okurken sadece o eserleri değil yazarın ruhunu da okuruz. Her eser bir ruh taşıyıcısıdır aslında. Okumak, ruhlar arasında köprü kurmamızı sağlayan bir uğraştır.
Eserlerini çok iyi bildiğimiz, çok severek okuduğumuz yazarlar da yeri geldiğinde kendi sorunlarıyla boğuşmuş, kendi çıkmazlarında kaybolmuş insanlardır. Onların sadece eserlerini değil de bilinmeyen, karanlıkta kalmış yönlerini de aydınlatırsak ruhlarını daha iyi görmemiz hatta hissedebilmemiz mümkün olur. Bu yüzden size bu yazımda eserleri çok sevilen o yazarların kendi deneyimlerinden kısa bir derleme sunacağım. Bakalım onlar hayatlarında neler yaşamış?
Özellikle gizem ve makabr öyküleriyle tanınan Amerikalı şair, yazar, eleştirmen ve editör Edgar Allan Poe’yu ele alalım. Poe, karanlıktan çok korkardı ama bu korkusu sağlam bir nedene dayanıyordu. Kendisi eğitimini bir mezarlıkta almıştı. Evet, gerçek bir mezarlıktan bahsediyoruz. Poe’nun İngiltere’de gittiği yatılı okulun sınıfı mezarlığa bakıyordu. Ders kitabını bile satın almayarak ucuza kaçan okul müdürü, matematik derslerini dışarıda, ölüler arasında verirdi. Çocuklar için ne büyük bir travma değil mi? Çocukların her birinden bir mezar taşı seçmesi, sonra da ölüm tarihinden doğum tarihini çıkararak ölünün yaşını bulması istenirdi. Beden dersi de aynı neşeli (!) ortamda yapılırdı. Okulun ilk günü her öğrenciye küçük bir tahta kürek verilirdi. Sömestr sırasında ölen bir cemaat üyesi varsa çocuklar dışarı, mezar kazmaya gönderilir, böylece vücudu canlandırıcı bir etkinlik yaptırılmış olurlardı. Daha sonraları Poe hep karanlık fobisiyle yaşadı.
Amerikalı romancı, hikâye yazarı ve gazeteci Ernest Miller Hemingway’in de oldukça ilginç bir çocukluk deneyimlediğini söyleyebiliriz. Hemingway, yetişkinliğinde her ne kadar erkeksi meziyetleriyle ön plana çıksa da çocukluğunda bir kız çocuğu gibi yetiştirilmiştir. Yazarın annesi büyük kızı Marceline’e eşlik edecek bir kız çocuğu öyle çok istiyordu ki, küçük Ernest’e kız giysileri giydirdi, saçına kız saçı kesimi yaptırdı ve komşularına onu “kızı” Ernestine olarak tanıttı. Bir çocuk için ileride ne ağır sonuçları olabilecek bir durum değil mi?
Fransız yazar Honore de Balzac tam bir kahve bağımlısıydı. Onunkisi bir kahve sevdası değil oldukça tehlikeli bir tiryakilikti. Günde elli fincana yakın kahve içtiği bilinmektedir. Kahve yapacak biri yoksa veya kahve yapmak zor geldiyse de onun yerine kahve çekirdeği çiğnerdi. Aşırı dozda kafein alımı sebebiyle hayatının son bulduğu söylenir.
Yine Fransız edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Victor Hugo yaşlanmaya karşı aşırı takıntılıdır. Hatta vücudunun diri kalması için her sabah buzlu su ile duş alarak sesinin güzelleşmesi için çiğ yumurta içer ve her zaman bakımlı ve şık olarak başkaları tarafından beğenilmek için uğraşırdı. Yaşlanmak, onun en büyük korkusuydu.
İngiliz yazar Charles Dickens de oldukça ilginç takıntısı olan isimlerden birisidir. Dickens, başını kuzey kutbuna doğru uzatmadan uyuyamazdı. Ayrıca her şeye üç kere dokunmanın da kendisine şans getireceği gibi bir inanca sahipti. En çok vakit geçirdiği yerlerden biri ise Kimsesizler Morguymuş. Kimliği belirlenemeyen cesetlerin halka sergilendiği Paris Morgu'nda biraz fazla vakit geçirmesini ise ''iğrençliğin çekiciliği'' olarak tanımlar yazar.
İrlandalı oyun yazarı, romancı, kısa öykücü ve şair Oscar Wilde, eşcinsel tacizi olarak adlandırılan nefret saldırılarının bilinen ilk mağdurlarından biriydi ne yazık ki. Wilde, okuldaki diğer erkeklerden biraz farklıydı. Spor aktivitelerinden çok odasını dekore etmekle uğraşıyordu. Anlatılanlara bakılırsa sınıf arkadaşları, gözü gibi baktığı odasını talan etmekle kalmayıp bir de onu zorla Cherwell Nehri'nin sularına batırmışlardı.
Şiirlerinde doğanın ruhunu hissettirmekte oldukça başarılı olan şair Friedrich Schiller, masasındaki çürük bir elmayı koklar ve bu elmanın kendisine ilham getirmesini beklerdi. Eğer elma ilham getirmezse de kendisini banyoya kapatır ve suyun içinde ilham gelmesini beklemeye devam ederdi.
KAYNAKÇA:
Yazının giriş kısmındaki betimlemeler çok güzeldi. Ayrıca büyük bir keyifle okudum. Yazarların bilinmeyen yönlerini okumak güzel bir deneyim oldu, kaleminize sağlık.
Okumak, ruhlar arasında köprü kurmamızı sağlayan bir uğraştır. Sözünüz tam karşılığıdır. Cok okuyan bir gelecek dileğiyle...tebrikler