google-site-verification: google5de5c95d93b82466.html
top of page
  • Yazarın fotoğrafıDicle Koyun

Geçmiş, Dil ve Gelecek

Süregelen insanlık tarihi üzerine düşünüldüğü zaman, herkesin varacağı tek bir temel bulunmaktadır. Bu temel ise dildir. Gelinen ırk, sahip olunan ulus, benimsenen millet ve de yaşanılan yerlere göre değişen bu kavram; ne kadar sıradan görünse de bünyesinde çok daha derin anlamlar ve hazineler taşımaktadır. İnsanlar arası iletişimin en önemli taşlarından olan dil; konuşma, yazma, anlama ve düşünme adı altında kategorilere ayrılırken; dil kullanıcıları kullandıkları dilin önemini bilerek kullanmaya dikkat etmelidir. Bizlerin kullanmakta olduğu Türkçe ise içinde barındırdığı kuralları, kelimeleri ile muazzam bir dildir. Anadilimiz, üzerine düşünülmesi gereken bir araç iken; dil-kültür ve dil-düşünce ilişkileri, ana dilin ve Türkçe dil kullanıcısı olmanın önemi, Türkçenin bilim, sanat ve düşünce gibi disiplinlerdeki konumu gibi başlıklar altında incelenebilmektedir.



Fransızca kökenli kültür kelimesinin dilimizde yer edindiği konumlara baktığımızda; bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü yahut muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi gibi kritik anlamlara geldiğini görmekteyiz. Geçmişten günümüze toplumlarda iz bırakan tarihi olaylar, adlandırılması gereken yeni durumlar, dilden dile dolaşan menkıbeler ve ileri nesillere katlanarak ulaşan bilgi birikimlerinin hepsi kültürün içinde yer almaktadır. Bu konsept her millette farklılık göstererek –topluma ait farklı yaşanmışlıklar gibi- varlığını sürdürse de ortak paydası her zaman dil olmuştur. Başta yaptığımız tanımlamalar da göz önünde bulundurulduğunda, kültürün dil olmadan var olmasının mümkün olamayacağı aşikârdır. Geniş çaptaki bir topluluğa ait yeni bir fikir veya düşünce akımının oluşması insanların birbirleriyle sağlıklı iletişim kurabilme yeterliliğine sahip olmasından geçmektedir. Bu yolda ortaya atılan argümana atfedilen her yeni özellik, zevklere ve ahlaki değerlere göre törpülenen sivri noktalar, eleştirme yetenekleri kullanılarak katılan farklı değerler ve topluma ait bireylerin hayatlarında yaşadığı birbirinden ayrı olaylarda bu argümanı koydukları konum ona büyük bir zenginlik katarken; bir sonraki nesle, farkında olmasalar dahi, muhteşem bir hazine bırakmaktadır. Elbette ki bu değerli oluşum dili olmayan bir grupta barınamazken, kendi anadiline sahip olamayan milletler için de sağlam bir temelde oturamayacaktır. İçten içe veya karşılıklı olarak yapılan tüm bu fikir alışverişleri ve düşünme eylemi de bir dile sahip olmadan yapılabilecek bir fiil değildir. Her insanın kendine özgü olan düşünce sistemi ve oluşturdukları ideler, dille doğrudan bağlantı kurarak, ona yeni özellikler de bahşetmektedir.



Dil dediğimiz mefhum, bir anda ortaya çıkabilecek bir yapıya sahip değildir. Köklü bir geçmişe sahip olan bu kavramı canlı olarak bile değerlendirebiliriz. Bunun sebebi uzun yıllar boyunca kullanılarak, sürekli kendisini yenileyerek, farklı versiyonlara evirilmesi ve dönemlere bölünmesini öne sürülebilmektedir. Anadil ise bir milletin kimliği niteliğindedir. Bu kimliği sağlam temeller ve dayanaklar üzerine oturtamamış toplumların ise dünya üzerinde, onlardan sonra gelecek olan nesilleri için bırakabilecekleri büyük bir mirası yoktur. Çünkü: Anadil yaşanmışlıklar, kültür ve etkileşimler üzerine kurulmaktadır. Ayriyeten, kültürler, milletler arası yapılan bu etkileşimler sırasında iki farklı dile bambaşka kelimeler ve tanımlamalar geçmektedir. Bu belli bir ölçüye kadar sağlıklı olurken, toplumun anadilden gittikçe koparak diğer bir dili benimsemesine ve bunun sonucunda anadillerinin ölmesine dahi sebebiyet verebilmektedir. Kullanılmayan dillerin yavaş yavaş yok olması insanlık için oldukça tehlikeli bir durumdur. Her dilin kendine özel bilgileri varken, kullanan topluluğun yaptığı bilimsel araştırmalar, kayda geçirdiği savaş, doğal afetler gibi unutulmaz olaylar bu dil aracılığı ile belgelenebilir. Ölen bir dil mezarına kendisiyle birlikte bütün bu önemli kayıtları da götürür. Bu da yine en çok insanlığa zarar verebilecek potansiyele sahip olan bir durumdur.



Dildeki yabancı kelimelerin doğal halini bozarak dili ele geçirmesi bizim tarihimizde de mevcuttur. Bunun farkında olan dönemin ileri gelen edebiyatçıları bu durumda dili sadeleştirme yolunda ilerlemeye başlamışlardır. Dönemin edebiyatçılarından Ziya Gökalp ise, dilin sadeleşmesini, kendi doğal akışında ve gelişiminde olması gerektiğini savunmaktadır. Gökalp’in belki de en önemli görüşlerinden biri de “halkın diline yerleşmiş yabancı kelimeleri Türkçeleşmiş sayarak bunlara dokunmadan sadeleşmeyi ilim metotları ile ve dilin kendi bünyesine uygun müdahalelerle çabuklaştırmak, yeni kelime ve terimleri gramer kurallarına aykırı olmaksızın yaşayan dilden meydana getirmek”[1] fikridir. Bunun nedenini açıklayacak olursak, özellikle son 15 yılda dil, başta İngilizce olmak üzere bünyesine birçok dilden yeni kelimeler almıştır. Bu alımı tetikleyen en önemli unsurlar hızla gelişen teknoloji ve sosyal medya araçları diyebilirken; her geçen gün Türkçede tam olarak bir karşılığı bulunmayan terimlere maruz kalmaktayız. Hızın ve tüketimin üst derecede olduğu bir çağda yaşarken bu tip durumlara anında müdahale etmek oldukça zordur elbet. Kelimeyi incelemek, kastettiği anlamları araştırmak, bunları harmanlayarak yeni bir kelime türetmek… Lakin Türkiye’de bu süreç maruz kalınan kelimeler için geç başlarken; ayrıca, toplumun kabullenebileceği, benimseyebileceği kelimeler yerine, dille örtüşmeyen karşılıklar seçilmektedir. Örnek verecek olursak 2017 senesinin sonbaharında ‘drone’ kelimesi için bir oylama ile ‘uçangöz’ uygun görülmüştür. Türk Dil Kurumu bu gibi dile geçen kelimelere halkın da desteği ile kolay söylenebilen Türkçe karşılıklar bulunması gerektiğini ifade etmiştir fakat bulunan yeni kelime halk tarafından hala daha benimsenmemiştir. Burada tekrar Ziya Gökalp’in görüşüne de değinerek, dile işleyen kelimelere zoraki karşılıklar bulunmaması gerektiği söylenebilir. Bu kelimelerin artışı dili tehdit ederken, sıkıntılı durumun önüne geçilebilmesi için tek çare beklemeden, olabildiğince hızlı bir biçimde karşılık bulunması veya dile giren bu kelimeler Türkçeleştirilmesidir.



Değinilmesi gereken bir diğer önemli husus ise bir Türkçe kullanıcısı olarak, Türkçenin bilim, sanat ve düşünce gibi konu başlıklarındaki yeridir. Günümüz şartlarında bilim hızla ilerlerken yok olmamak adına toplumların ve kullandıkları dilin bu tempoya ayak uydurması gerekmektedir. Yeni keşifler, teoriler ve ispatların ortaya koyulması için, ülke şartlarında eğitime ve çalışma yapılacak alanların ihtiyaç duyduğu araç-gereç, mekân gibi bilumum ihtiyaçların devlet tarafından desteklenerek sürdürülmesi gerekmektedir. Uzay, sağlık, teknoloji, tarım ve benzeri alanlarda çalışıp uzmanlaşmak isteyen bireyleri uygun koşullarda, ücretsiz bir şekilde yetiştirmek ve daha sonrasında da yaptıkları çalışmalarda maddi manevi destekler sunulmalıdır. Ne yazık ki son dönemlerde yapılmayan bu desteklerden ötürü süregelen bu sistem ile birlikte dünya çapında yankı uyandıracak makalelerimizin, çalışmalarımızın sayısının oldukça az olduğunu söylemek gerekir. Bunun yanı sıra, özellikle edebiyat alanında, sanata ve sanatçıya olan ilgi ve alakanın hala var olduğunu düşünerek, son derece kaliteli, yankı uyandıran eserlerimiz olduğu görülmektedir. Türkçenin barındırdığı eşsiz kelime birikimi ve çeşitliliği ortaya iddialı eserler çıkartılmasını sağlamaktadır. Bütün bunları göz önünde bulundurarak, düşünce dili kavramının da toplumun farklı kesimlerine, zümrelerine göre değişiklik gösterdiğini söyleyerek, gelişmekte olan bir disiplin olduğunu öne sürebiliriz.



İnsan sürekli paylaşım yapmaya hazır bir varlıktır. Yaşadıklarını akıl süzgecinden geçirerek, kelimelerini ölçüp biçerek karşısındakine dil yoluyla aktarırken sağladığı bu etkileşim; doğası gereği büyük bir ihtiyaçtır. Geçmişten günümüze üstünde olduğumuz topraklarda konuşulan yüzlerce dil olmuştur, varlığını sürdürecektir ve de vadesi dolunca kaybolduğu gibi oluşturduğu bütün o değerli birikimi de o dili konuşan son kişi ile birlikte sonsuzluğa gömecektir. Milletler en değerli anahtarları olarak anadillerine sahip çıkmalı, olabildiğince kendi akışında gelişmesi ve zenginleşmesi için çaba sarf ederken; yaşamın her alanında yeterli ve uygun hale getirmelilerdir. Bu da, çoğu şeyin başında olduğu gibi, eğitimli, iyi yetiştirilmiş ve bilinçli bir toplum ile gerçekleştirilebilir.

[1] On sekizinci konferans- Dil Davası ve Ziya Gökalp, Doç. Dr. Faruk K. Timurtaş.

376 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Serkan Arslan
Serkan Arslan
May 31, 2021

Tebrikler... son derece etkili bir lisan olmuş

Like
bottom of page