google-site-verification: google5de5c95d93b82466.html
top of page
Yazarın fotoğrafıNurdoğan Ertaş

Gökyüzünden Düşen Adam

Güncelleme tarihi: 4 Ağu 2022

Kaç sene yaşadığından habersiz bir adam yüzüstü düştü yere. Ne gariptir ki burnu dahi kanamadı. İki ayak üstünde durmayı bilmediğinden ayaklanması epey güçtü. Zira alışkındı göklerde kulaç atmaya. Kolları iki yana sarkık olsa bile zihni aracılığıyla rüzgâra yön verip bir nebze gayret göstermeksizin sarımtırak yapraklar misali salınırdı rotasız. Gökteydi çünkü evvelinde. Gökteydi ve beyaz sürülerin arasında beden dinçliğinin katiyen ehemmiyeti yoktu. Gelgelelim güçten nasibini almamış bacakları, ayağa kalkmasına başlı başına bir ketti. Bir anlığına ayaklanmayı kenara bırakıp ne yapacağını, ne yapması gerektiğini düşünmeye koyuldu. Nice meltemlere yön vermiş zihni elbette bu duruma da bir çözüm sunacaktı. Vücudu ne denli kuvvetten yoksun olsa da saf ruhu ve uçsuz bucaksız zihni semalara layıktı. Layıktı da görünüşe göre bu yaraşırlık yalnızca gökyüzüne mahsustu. Çünkü düşünceleri seyrelmiş, amaçsızca o daldan bu dala konan ardıç kuşlarına benzemişti. Vazgeçmedi yine de. Zor bela sürünerek bir ağacın ayaklarına attı kendini. Ağaca tutunup kalkmaya çalıştı. O esnada civardan geçen insanların kendisine baktığını fark etti. Kimileri onun hâline gülüp yoluna devam ediyordu kimileriyse acıyan bakışların ardından ağır ağır uzaklaşıyordu. Anımsıyordu onları, birlikte doğup büyüdüğü varlıklardı. Acımasız varlıklar, diye geçirdi kafasından. İçinde muazzam bir kaçma iradesi belirdi. Derhal dönmeliydi yuvasına. Ne pahasına olursa olsun. İşe yaramaz bedenini feda etmeye dahi hazırdı. Belki de tek yolu buydu. Gövdesini ortadan ikiye ayırmalıydı. Bu vesileyle tekrar uçabilirdi ancak. Sürünerek keskin bir nesne aramaya başladı. Çaresiz ama bir o kadar da hırslı arayışı ince bir sesle sonlandı.

“Yardımcı olabilir miyim?”

İrkildi. Kim bilir, kaç senedir işitmediği türden bir sesti bu? Fakat tanıdıktı da. Ne yapacaktı şimdi? Dönüp arkasına gülümseyecek miydi çocukça yoksa duymazlığa verip devam mı edecekti arayışına? Belki karşılık verilmediğini görünce kaybolur giderdi o ses. Yine de döndü arkasına. Gülümsemedi ama. Yalnızca baktı yüzündeki belli belirsiz ifadeyle.


“Sanırım bir kaza geçirdiniz. Lütfen yardım teklifimi geri çevirmeyin.” Bu sözlerin sahibi ivedilikle yerdeki adamı kaldırmaya koyuldu. Başını koltuğunun arasından geçirip belinden kavradı iyice. “Bence yapabilirsiniz. Sadece birazcık gayrete ihtiyacınız var.” dedi gülümseyerek. Gökyüzünden düşen adam da gülümsedi. Büyülenmişti. Evet, birkaç cümlelik söylem onu tam anlamıyla büyülemeye yetmişti. O an vakit durmalıydı. Hatta gökyüzüne hiç dönmemeliydi de. Yeryüzüne karşı bütün kötü düşüncüleri için bin kere af diledi tabiattan. Bin kere, on bin kere, yüz bin kere… Yetmedi, bilmem kaç senelik gök yaşamına lanetler etti. Yalnızlığına, aşkınlığına, uçkunluğuna… Dünya böylesine güzeldi. Daha az önce şahit olduğu fenalıkları kafasından silip dünyanın güzelliğine kanaat getirdi, manevi övgülerde bulundu. Ve kalkabildi nihayet.


Zaten göklerde yaşıyor olmasaydı ayakları yerden kesiliverirdi. Mutluluktandı yahut heyecan. Heyecandı onun adı. O, yani tarif edemediği his. Asırlar evvel yeniden karşılaşmıştı bu hisle. Hâlbuki göğe eriştiğinde unutup gitmişti varlığını dahi. Gerçi niçin arşa yükselmeyi yeğlemişti ki? Hangi güç onu topraktan ayırmıştı apansız? Yürümeyi sevdiği günler hatırına geldi. Hele bir de bulutlar çiseledi mi rahmeti… Tadından yenmezdi. Yüreğine dek sızardı damlalar. İçeri giremese de, daha doğrusu girecek gedik bulamasa da ulvi bir heyecanla sırılsıklam ederdi onu. Durmayı bilmezdi. Ta günün aydınlanışından sokak lambalarının zarafetten mahrum kaldırımları aynaya çevirişine kadar topuklarını buruştururdu. Kafasından bir iki nota geçerdi -şarkı olmaya yetemeyecek cinsten. Notaların ilki kelimelerin boşluklarını dolduran bir nevi cızırtıydı, diğeriyse yine kelimelerin aksedişiydi gitgide kararan yollarda. Heyecanı, beklentiden ibaretti. “Şu sokağı dönünce belki…” derdi ümitli bakışlarla. Hele bir de zifiriden yüzü seçilemeyen kadınlar karşısına çıkınca. Gözlerini büyütüp sorardı: “Gerçekten o mu?” Tabii ki değildi çoğu kez. Ancak heyecanlıydı işte. Ve bu heyecan ruhunu gün geçtikçe saflaştırıyordu. En azından sanrısı bu yöndeydi.


Kadının “Daha iyi misiniz?” sualiyle gerçeğe dönüverdi adam.

“Evet.” yanıtından ötesine gidemedi. Bakışları öylesine sersemdi ki kadın onun hâlâ kötü bir hâlde olduğuna inanıyordu.

“Nasıl oldu peki?”

“Ne, nasıl oldu?”

“Yani kaza… Ya da ne bileyim… Nasıl bu hâle geldiniz?”

Utandı. Fiziksel görünümünde bir sorun olduğunu düşünüp kıyafetine çeki düzen vermeye çalıştı. Saçını düzledi. Ardından niçin orada olduğu kafasına dank etti. Tekrar utandı. Kadın da gökyüzünden düşen adamın zihnini okuyormuşçasına gülümsedi.

“Sanırım kafanız oldukça karışık.”


“Aslında öyle, evet. Ama kısaca bahsetmem gerekirse gökyüzünden düştüm ben.”

Kadın garipsedi. “Ağaçtan mı yani?”

“Hayır, hayır. Gerçek anlamda gökyüzünden, bulutların tam ortasından düştüm. İnanın bana, kaç asırdır orada konakladığımdan habersizim. Öyleyse ne diye şu an düştün, diye bir sual yöneltecek olursanız da cevabı benim de bilmediğimi itiraf edebilirim. Fakat iyi ki de…”

“Bana kalırsa bir hekime görünmenizde fayda var. Lütfen beni yanlış anlamayın ama kafanızı çarpmış olabilirsiniz. Dilerseniz eşlik edebilirim.”

Adamın yüzü düştü. Gözlerini semaya çevirdi ve ayakları yerden kesildi. Yükselmeye başladı hızla. Son kez gitgide küçülen kadına baktı. Bir iki kızıl dağı da ardında bıraktı. Tek kelime etmedi. Hâlbuki onlarca fikirle baş başaydı ulvi zihninin derinliklerinde. Bir magma gibiydi bu fikirler. Fokurdadıkça yüzeye çıkıp fışkırmak istiyorlardı ve belki yok etmek civarda ne var ne yoksa. Acımasızca yok etmek. Fakat o uysal bir kimseydi. Bu katliama izin veremezdi. Magmaların dışarı sızmasına müsaade edemezdi. Ve hevessiz bir tavırla bulutları selamladı. Yüzündeki hüzün yerini öfkeye bıraktı. Bu defa lanetleri hem yere hem göğeydi. Ayırt etmedi iyi kötü diye. Aniden bir şey anımsadı. Bu anımsama, karşısında kendisine benzeyen buluttan kaynaklıydı. Başını gömdüğü dizlerini kolları arasına almış bir hâldeydi. Bağırtılı sesler duyuyordu. Tanımadığı sesler. Yağmur başladı sonrasında. Çocuğun gözyaşlarıydı sanki yere düşen her bir damla. Bulutlar hareket ettikçe yaşlanıyordu. Kolları da açılıyordu. Üstelik bir eli açıktı ve güya meçhul bir şeyi tutmaya çabalıyordu. Nihayetinde kolları tamamen açıldı ve bedeni uçar vaziyette kopuklaşmaya başladı. Buna karşın yüzü açıkça seçilebiliyordu. Bilhassa alnındaki çizikler. İnsanlar bu çiziklere “kırışıklık” derdi. Ondaki daha ziyade bir tür nişandı. Bir mühür belki. Ardından hiçliğe karışıp gitti bulut. Geriye başı eğik bir adam kaldı. Derken düşmeye başladı tekrar. Anımsadı. Fakat bu kez birden bire değil, bir denklemin süregelen uğraşlar sonrasında çözülmesi misali anımsadı. Gelgelelim önemi yoktu bunun. Hem de hiç. Çünkü düşüyordu. Ve belki yeniden uçacak, takiben yeniden düşecekti. Tıpkı milenyumlardır olduğu gibi. Bu bengi, onun lanetiydi belki de. Ancak bu lanet doğaüstü varlıklarca atfedilmemişti kendisine. Evet, bizzat kendine biçtiği bir kefendi, üstelik ölmeden de yine bizzat giyeceği. Zordu ve bir o kadar da manasız. İnsan ne diye kendisini böylesine bir büyü yapardı ki? Ölümü kendi elinden olacaktı, o kesin. Fakat bunu da istemiyordu. Öyleyse niçin…


Adam yüzüstü düştü yere. Yalnız, gülümsedi elini burnuna götürüp. Bu defa kanıyordu. Çünkü anımsamıştı. Ve anımsamak bilmekti özünde. Bazen çözümü bazense ölüme yatmış

gözünü.

129 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kalem

1 Comment


Emre Karataş
Emre Karataş
Aug 01, 2022

Kaleminize Sağlık✏️

Like
bottom of page