Çocukluğumun geçtiği bu hırpani mahalle kurulduğu günden beri şehrin en yoksul insanlarını bağrında barındırıyordu. Son zamanlarda ise yoksulluklarına bir de kimsesizliği katan mültecileri saklıyordu. Kaldığım bu sokak ise fakir mahalleyi çarşı merkezine bağlayan bir koridor gibidir.
Bu sokak bir yanıyla ne ait olduğu kenar mahalle gibi fakir dayanabilmiş ne de öbür yanıyla da öykündüğü çarşı merkezi gibi zengin takılabilmiş. Çarpık kentleşmenin maketi gibi fakirlik ve zenginlik arafında kalmış kafası karışık bir yerdi. Sokağın bir yanı dikey mimarinin yeni yapılmış apartmanları ve küçük bahçeli siteleri dizilmişken; öbür yanı yıkılıp, yerlerine apartman yapılmanın huzursuzluğuyla -sabırsızlığıyla- bekleyen virane, kerpiç evler dizilmiş. Şık giyinmiş halimle ben de işte yaşadığım bu sokak gibi ne eski ben kalabilmenin ne de yeni bir bene dönüşmenin eziyetini çekiyorum. İkimiz de iki arada bir derede kalan birer güruha dönüşmüşüz.
Bahçeli evlerin gülümsemesini, balkonlu evlerin somurtuşuna yeğlediğimiz günden beri; müstakil evlerin bahçesinden aldığım huzuru, apartman dairelerinin dar balkonlarında bulamadım. O yüzden de yine daraldığım bu güzel bahar sabahında, evde daha fazla duramadığım için işe gitme saatime daha zaman varken erkenden kendimi arafın sokağına attım. Daha erken olduğu için de arabaya geçip ne yapması gerektiğini bilmeyen o tanımsız duygu boşluğuyla arabada oturdum. Arabanın bütün camları siyah cam filmiyle kaplı olduğu için araba içinin görülmemesinin verdiği rahatlıkla bir yanı cafcaflı binaların, bir yanı derbeder evlerin dizildiği sokağı izlemeye koyuldum.
Toros markalı beyaz bir araba içinde kurbanını bekleyen bir tetikçi misali içi görünmeyen bu arabada beklemek, içimde tiksindirici bir sinsilik hissi uyandırdı. Ama görünmeden, sokakta gidip gelenleri izlemek de bende merak edici bir heyecan uyandırdı. Bu merak hissi çok sürmeden yerini nerden peyda olup, üzerime çöktüğünü bilmediğim bir hüzne dönüştü. Güzel bir bahar havasında güneş gülümserken, havanın fikrini aniden değiştirip şar şar yağan bir sağanağa dönüşmesi gibi içimdeki o heyecan duygusu da yerini uğul uğul bir hüzne bıraktı. Ama bunun sebebini biliyordum, hem de sokakta geçen ilk kişinin gölge yüzüne baktığım andan beri.
Camları karartılmış bu arabadan dışarıya bakmak, Tanrı’nın gökyüzündeki tahtında oturup kayıtsızca yeryüzünü izlemek gibiydi. Kimse seni görmüyor, hissetmiyor belki de farkında olup umursamıyor ama sen onları görüyor ve izliyorsun. Sırasıyla; birbirleriyle sataşıp, yüksek sesle küfürler savurup, ellerindeki sigarayı gökyüzündeki Tanrı’nın yüzüne üfürür gibi üfüren ergenleri izledim. Bütün dünyaya dalaşacak enerjileriyle, telefonlarından dinledikleri yüksek sesli arabesk şarkılar eşliğinde öğretmenlerine dalaşmaya, okula gidiyorlardı. Arkalarından, on iki yıl okuyup liseden mezun olmak bir üniversiteye yerleşmeye yetmediği için bir de üç dört yıl dershanede eğitim görüp dershaneden mezun olmaya giden aşırı süslü, pek de işveli gençleri izledim. Onlar, lise gençlerine göre bir basamak daha hayatın ilerisinde ve ciddiyetinde oldukları için onlar kadar mutlu ve endişesiz değillerdi. Bir de üzerlerinde beğenilme hormonlarının verdiği bir ağırlık da vardı.
Yaşa göre en mutlu olması gereken ama görünüşe göre en mutsuz görünen öğrenciler ise ilkokul öğrencileriydi. Sırtlarındaki kocaman okul çantası ile çoğu yürüyen birer çantaya dönüşmüşlerdi. Ama apartmanlardan ve sitelerden çıkan çocuklar hariç. Çünkü onların ya anne-babaları ya da abi-ablaları birer mürebbiye gibi yanlarında olup çantalarını taşıyarak, dönüşte de onları okuldan alacak şekilde okula bırakıyorlar. Çocuklara da boyunlarında asacakları ağzı tıka basa dolu beslenme çantası ve renkli suluklarını taşımak kalıyordu.
Bahar geldiği için erkek çocukları cıvıl cıvıl tişörtler, kız çocukları da çiçekli böcekli fistanlar giymişti. Kız çocuklarının saçları taranıp renkli plastik kelepçelerle bağlanmıştı. Ayaklarında ise yazın geldiğini haber veren çizgi film karakterli yazlık ayakkabılar vardı. Bu halleri ile birer arife çiçeğine dönüşmüşlerdi. Sanki sokağın açıldığı o ışıltılı tarafa, bayrama gidiyorlardı. Ama onca süslenmelere rağmen o bayrama katılmaya pek de hevesli görünmüyorlardı. Ayaklarını sürüyerek mürebbiyelerin peşinden gidiyorlardı.
Bir de sokağın öbür ucunda virane, kerpiç evlerden çıkıp gelen çocuklar vardı. Apartmanlarda, bahçeli sitelerde doğan çocuklara karşın bu çocukları sanki mahallenin bitmek bilmeyen belediye çukurları doğurmuştu. Üstlerindeki toz ve çamurla da insanın topraktan yaratıldığının birer minnak örneği gibi duruyorlardı.
Sırtlarında abi, abla, akraba veya komşudan kalma eski, yırtık çantalar taşıyorlardı. Suluk niyetine de musluk suyundan doldurdukları plastik şişeler vardı. Beslenme çantasının ne olduğu hakkında da pek bir fikirleri yokmuş ve eksikliğini de hissetmiyor gibiydiler. Ne de olsa bir parça tandır ekmeği ile yenildiğinde ağızda toprak tadı veren bir avuç zeytinin aynı poşete konulduğu bir beslenme menüsü çantalarında vardı.
Halleri en hırpani olan ise mülteci çocuklarıydı. Hallerine bakınca çocukların okula mı yoksa dilenmeye mi gittikleri pek anlaşılmıyordu. Çorapsız giydikleri kenarları yırtık terlikleriyle, ayaklarında büyük ayakkabılarıyla; kaynar suda çitilense bile artık lekeleri çıkamayacak kirli elbiseleriyle, dizleri yırtık pantolonlarıyla perişan halde görünüyorlardı. Annesi becerikli olanların ise arka cepleri sökülüp dizlerine yama yapılmıştı.
Kışın soğuk ve hastalıklı günleri üzerinden çokça zaman geçmiş olmasına rağmen saçları asimetrik kesilmiş ve kına yakılmış ufarak bir kız çocuğunun sol burun deliğinden, rengi mavi ile yeşil arasında kararsız kalan nefti bir sümük akıyordu. Gözlerinin kenarında ise melun bir göz iltihabının işareti olan, birer kavun çekirdeğini andıran sarı çapak tutunmuştu. Ama bu irice çapaklar bile rengini kestiremediğim gözlerinin güzelliğini gölgeleyemiyordu. Bir savaşın söndüremediği ışıltıyı çapaklar mı söndürecekti?
Bunca perişan hallere rağmen çocuklar, endemik bir bitki gibi bulduğu küçük bir alanda dahi olsa çocukluklarını yaşayabilecekleri bir şeyler bulabiliyorlardı. Ortadaki yaşça daha büyük ve kız çocuğu olan üç mülteci çocuk ağızlarını şapırdatarak gülüyorlardı. Sabahın serin havasına rağmen ellerinde rengârenk meybuzlar vardı. Ucundan yırttıkları meybuzların suyunu emip aynı zamanda da birbirlerine ikram ederek okula gidiyorlardı. Bu sabah her kademeden okula giden çocuklardan mutlu olanlar sadece bu üç anti-hijyenik kafadarlardı.
Bu güleç halleri sokağı neşelendiriyor, ellerindeki meybuzlar renklendiriyor; sesleri havaya bir kez daha cemre düşürüyor ve bahar, sabahı baharına kavuşuyor. Zaten çocukluk bu demek değil mi: içlerinde bitmeyen mutluluk, çapaklara rağmen ışıldayan göz, meybuzlardaki tanımlanamayan o tropikal mayhoş tat ve sevmeyerek de olsa gittikleri okul dönüşü sevinci.
Comentarios