google-site-verification: google5de5c95d93b82466.html
top of page
Yazarın fotoğrafıÖzge Aydın

Kırmızı

İş hanının tepesinde küçücük görünebilir ama o kadar dikkat çekici ki yorum yapmamak imkânsız ! Boynundaki kocaman krem rengi şala sıkı sıkı sarınmış ve üstünde o mont... Ama ne mont... Omuzdan diz kapağına yanıyor kadın. Öyle kırmızı ki patlatıyorum kahkahayı. İntihar edecek insan kırmızı giyer mi be? Cayır cayır yaşamak istiyor bu mont. Yanlarında güldüğümü gören orta yaşlı çift ters ters bakıyor. Sevimli olduğumu bilerek sırıtıyorum.


“Şal takmış boynuna. Üşütürüm, hasta olurum diye korktu herhalde.”


Onlar gülmüyor ama ben gülüyorum. Komik espriye gülünür çünkü. Beni ayıplayarak kafalarını başrol oyuncumuza çeviriyorlar. Her saniye büyüyen kalabalığın yaptığı gibi. Polis henüz geldi. Şimdi iş hanının çok gizli bir yerinden kadının yanına çıkacaklar ve onu ikna etmeye çalışacaklar. Bir açıklama yapmadılar bize şöyle yapacağız böyle yapacağız diye ama olacaklar belli zaten. İlk defa seyrediyor değiliz.

Bir geçebilir miyim bir müsaade eder misinizler arasında ilerlemeye çalışıyorum. Önlerde safları sıklaştırmışlar hep, bakıyorum gürültüden ve sürtünmeden rahat edemeyeceğim, gerisingeri tepkili çiftin yanına dönüyorum.

“Kıyamam ağlıyor ya. Bir yakınını arasalar keşke.”


“Kendi söylemezse nereden bulacaklar?”

“Niye çağırsınlar?” diye karışıyorum laflarına. “Aşağı daha hızlı atlasın diye mi?”

Kadın gözlerini belertiyor. Kaşları havada.

“Niye bu kadar lakaytsın? Hoşuna mı gidiyor gencecik birinin ölmek istemesi?”

“Yaşlı olsa hoşuma gidebilir mi?” diyorum. “Hiçbir türlüsü gitmiyor tabi ki. Atlamayacağı için rahatım.”


“Tahminlere bırakılamayacak kadar ciddi bir durum bu.” diyor kel adam. “Bir insanın canı söz konusu.”

“Kendi canından vazgeçmiş birini burada yaptığımız yorumlarla etkilememiz imkânsız. Bizim için çıkmadı oraya emin olun.”

“Yok bunun kendini atacağı matacağı be.” deyip yerini daha yakından görmeye heveslilere bırakıyor bir amca önümden. “Temiz bir sopa çekeceksin bir şeyi kalmaz.”

“Herkesin bir derdi var. Oof of. Dertsiz insan mı var dünyada? Hepimiz canımıza kıymaya kalksak valla insan kalmaz.” diyor giden yaşlıdan daha genç bir yaşlı bana bakarak.

İtfaiye alana girsin diye hummalı bir seferberlik başlıyor bu arada. Bir sürü bağırış çağırış, duyarlı insanların sinirli uyarıları. Cık cık cıklar, ne var bunda izlenecekçiler... Ama yüzsüzüz, alınmaca gücenmece yok. Kâbe'yi tavaf eden hacılar misali tek vücuttan sağa akıyoruz. Böyle anlarda çanta, cüzdan ve telefonları kollamak gerek. Atlayana bakacağım derken siz de hayatınızı kaybedebilirsiniz.


İtfaiyeciler ateş parçasının düşebileceği konumu hesaplayıp hızla brandayı şişiriyor. Dikkatimi onlardan koparıp yukarıya çeviriyorum yeniden. Tombul, genç bir kadın. Dizlerine kadar uzanan çizmeler ve iki yana ayrılan montun içindeki siyah, dar kıyafetler hemen fark ediliyor. Ağlaması haftada beş gün yayınlanan dizi oyuncularının ağlamaları gibi. Madde etkisi altında görünmüyor hiç. Gayet ne yaptığının farkında. Aşağı baktığı da yok. Onun büyüsüne kapılmış yüz küsur insan umurunda bile değil. Ne havalı! Sanki bekliyor. Ama brandayla alakası yok, başka bir şeyi. Gülümseyerek el sallıyorum ona. Görmüyor.

“Ay bir de tutunuyor ya demire, kenara iyice yaklaşıyor, bayılacağım şimdi.” diyor yanımdaki kadın eliyle başını tutarak. “Hasta olacağım bu gece. Ne istiyorsun be kızım canından. Anası babası görse delirir zavallılar. Polis konuşuyor değil mi arkasında?”

Kadın ara ara dönüp bir şeyler söylediğine göre konuşuyor. Yüzü bize dönükken yaklaşıp arkasından çekseler aslında yakalayabilirler diye düşünüyorum. Bildikleri başka bir teknik olmalı. Ben çok anlıyor olsaydım bu işten şimdi onların yerlerinde olurdum. Ama dakikalardır halledemediklerine göre onlar da pek anlamıyor. Bir polis yukarıdayken biri de aşağıda bize bilgi vermeli. Hatta yapacakları hamleleri hızlı meclis oylamasıyla bize sunmalılar. Sonuçta evde tek başına uyku ilacından altın vuruş yapmayı da seçebilirdi. Sağ çaprazımdaki liselileri dinliyorum biraz.

“Sevgili muhabbeti yüzünden değilse ben de bir şey bilmiyorum abi.” diyor gözlüklü bir oğlan.

“Öf, bir sus ya. Ne biliyorsun da konuşuyorsun? Belki borcu var, işsiz? Belki atanamayıp bunalıma girdi?” diye susturuyor onu minyon, esmer bir kız.


“Atanamadıysa girsin başka yerde çalışsın. Kıyafetlerine bak, fakir tipi yok.”

“Kaç kere atanamadın?” diye ikinci kez maydanoz oluyorum millete. İş-kur kılıklı sırık çekinmeden yapıştırıyor cevabı.


“İşine bak abla ya. Sana ne?”

“Bize ne hakikaten ya? Kim atanmış kim atanamamış.” diyorum. “Fesuphanallah.” der gibi bakıyor bana. İçinden ettiği tüm küfürleri içimden misliyle geri postalıyorum. Anca çenene vurur, ergen seni.

“Aynı böyle olacağım ben de abi aynen. Delirmeme ramak kaldı.” diye kendini anlatıyor az önceki minyon. “Ama size de haber vereceğim önceden. İntihar notumu atarım ilk, yakalama işini biriniz alsın. Kim alır? Sena sen al kanka. Sonra arkadan ben uçuyorum.”


Sessiz kahkahalara boğuluyorlar bu plan üzerine. Hayret. Hiç komik değil halbuki. Espri seviyelerine gülüyorum.


“Ne biçim insanlarsınız lan siz? Defolun gidin. Kakara kikiri deminden beri bitmedi çeneniz. Çok komik değil mi geri zekalılar?”

Daha önce hiç konuşmayan, liseli grubun önündeki bir adam bu. Cık cıklarken bana da baktığı için gergin çifte yaptığım şakaları duymuş olmalı. Ama geri zekalılar kısmına kesinlikle dahil olmadığımı düşünüyorum. Fikirlerini duydunuz yani, kimin geri zekalı olduğu çok açık değil mi?

Liseliler tırıs tırıs dağılıyor. Giderken mırıldanmalarını herkes duyuyor. Adama fark ettirmeden yapıyorlar bunu. Ben de gitmeliyim. Laf yediğim için değil ama bu konumda kırmızı montluyla göz göze gelemeyeceğim için. Kalabalıktan ayrılır gibi geri gidiyorum yavaştan. İzlemekten vazgeçmişim, benim derdim daha büyük diyerek yürüyecekmişim gibi. Beremi düzeltiyorum, kabanımın fermuarını çekiyorum, ben de üşütmeyeyim. Yüzleri binaya dönük insanları tamamen görüş açıma aldığımda durup hepsini izliyorum. Sırtları şimdi bana bakıyor. Ben aşağıdayım çünkü. Koşsam koşsam itsem birini arkasından. O bunu devirse, bu şunu, şu da öbürünü derken yığılsalar binaya. Bina yerinden oynasa, nar rengi kız hoop diye düşüverse. Hem atlamasa hem düşse. Hem korksa hem ölmese. Sonra herkes orasını burasını ovuşturarak kalksa yerinden, tek kelime etmesek. Öylece gitsek gideceğimiz yere birbirimize bakmadan. Hem konuşmadan hem anlaşarak. Bütün güç bende. Onları sadece ben görebilirim. Onlara sadece ben hükmedebilirim.

Yengeç adımlarıyla sağa yürüyorum önce. Beni görenler kim olduğumu anlamasınlar diye az önce durduğum yerden epey uzaklaşıyorum. Adım adım adım... Ve tamam deyip duruyorum. Bir çığlık. Baya güçlü ama. Var gücümle kalabalığın arasına giriyorum. “Ablaaaaa! Ablaaaaa! Ablaaaaa!”


“Ay ne oluyor?” diyen yaşlı bir kadına çarpıyorum. Devrilmiyor. Dip dibeyiz, nereye devrilelim?

“Kardeşi! Çekilin!” diye bağırıyor biri. Fırsat bu fırsat bir çığlık daha atıyorum.

“Ablaaaaaa!”

“Açılın şuradan geçsin.” diyorlar. Tam anlayamıyorum kim olduklarını, bir sürü kafadan bir sürü ses çıkıyor. İyice yaklaşıyorum binaya ama hala önümde onlarca insan var. Nasıl olduysa bir boşluk açılıyor etrafımda. Artık ben de izlenen biriyim. Kollarımı kaldırıyorum, yukarı bakıyorum ve Bandırma Vapuru'nu selamlar gibi çığlık çığlığa zıplıyorum. “Ablaaaa! Buradayım ablaaaaa!”


Bakıyor bu sefer. Onca insan arasından bana. Niye, ablam diye mi?

Sol elimi tokat pozisyonuna getirip sağ elimin işaret ve orta parmaklarını yürüyen bacaklar gibi gezdiriyorum üstünde. Zıplamaya devam ediyorum görsün diye.

“Abla in buraya ama merdivenlerden! Yürüyerek gel abla! Abla merdivenden geeeel!”

Ay beni bir gülme alıyor. Gül Allah gül. Neredeyse yere düşeceğim. Zor topluyorum nefesimi, yine başlayacağım, arkalardan heybetini görmeden dahi hissettiğimiz bir adam benden erken davranıyor.

“Neşeeeeeeee!”


Neşe şok olmuş şekilde ne yaptığımı anlamaya çalışırken adını bağıran ses bıçak gibi kesiyor ilgisini. Sesin sahibini aramak için kafasını bir sağa bir sola çeviriyor. Bence onu bulmaktan korkuyor ama. Çünkü elleri başında yere çömeliyor, benimkinden tiz bir çığlık atıp aşağı bırakıyor kendini. Herkes “Hiiiiii! Ayyyy!” diye bağırıyor bir ağızdan. Yürümeleri kadar senkronize bu kalabalık. Fikirleri uyuşsa bir halktan sesler korosu bile kurabilirler. Neşe, boynunda şalı, üstünde montuyla, yaradan akan kan damlası misali ablacığım, brandanın üstüne düşüyor. İtfaiyeciler düşmesine birkaç metre kala üşüşüyorlar çevresine. Kıyamet kopuyor bu anlarda. Çok güçlü sesi olan adamlar ambulans görevlileri Neşe’ye ulaşabilsin diye yırtıyor kendini. Millet delirmiş sanki. Yaptığım muhteşem ikna şovu birinci dakikasını doldurmadan, ne bir dakikası, daha otuz saniye olmadan unutulup gidiyor. Girdiğim hızla olmasa da bir an evvel çıkıyorum aralarından. Kopmak yapışmaktan kolay. Burun kıvırdığım liseli mi çözmüş mü bu trajediyi diye düşünüyorum. Manipülatör bir sevgiliye ya da eşe inat olsun diye mi bunca tantana abla? Yoksa abin miydi o, kendini huzurlu hissetmemeyi senin üzerine kurduğu baskıyla gizleyen ve nihayet sen patlayacak hale geldiğinde külçesini hızla alıp seni ezilmenin etkileriyle baş başa bırakan. Eğer abin ise ki benim de kardeşim olur o zaman, er meydanına çıkma cesaretini bulabilecek kadar da yüzsüz bir adam demektir. Ayrıca seni tek nefeslik kelimesini duyduğunda yaşamdan kopmak isteyecek kadar bıktırmışsa, ne senin ne benim, hiçbir şeyimiz değildir. Veya ablacığım, sen biraz duygu sömürüsünü seven, tehditkâr birisindir.

Bir şeyi yok ama ablamın. En azından fiziksel olarak. Adı da Neşe’ymiş. Baya belli oluyor. Neyse. Her tahmin doğru olacak diye bir şey yok tabi.



110 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page