google-site-verification: google5de5c95d93b82466.html
top of page
Yazarın fotoğrafıNurdoğan Ertaş

Martin Eden Gibi

*Martin Eden Olmak [Kitap İçeriği Hakkında Bilgi İçeren (Spoiler’lı) İnceleme Yazısı]


12 Ocak 1876 doğumlu Amerikan gazeteci ve sosyalist yazar Jack London’ın; bizzat fiziksel ve kişisel yaşamından izler bıraktığı kayda değer eseri “Martin Eden”.


Hayatın rüzgârından kendini alıkoymaksızın bir o yana bir bu yana savrulan denizci Martin Eden; takriben şahsıyla aynı statüde bulunan insanlarca sevilen, ilgi ve değer gören, bedensel anlamda güçlü ve oldukça sağlıklı bir gençtir. Bu uzanımları vasıtasıyla tanıştığı burjuvazi kesiminden olan Morse ailesinden öğrendikleri ve bu ailenin genç kızı Ruth’a duyduğu tutku sayesinde vasat olarak gördüğü yaşamından gitgide uzaklaşır, edebiyat ve felsefeyle tanışır.

Okumaya, kendini geliştirmeye vakit ayırmak ve geride bıraktığı yazgısından uzaklaşmak uğruna denizciliğe ara verir. Başta “kolay para kazanmak” niyetiyle çeşitli tarzlarda –şiir, deneme, makale, öykü- yazdığı metinleri dergi ve gazetelere gönderir. Gelgelelim uzun bir süre boyunca yazıları kabul görmez.


Jack London, sıkı bir sosyalist olmasına karşın yarattığı karakterin Nietzsche ve Spencer yolunda ilerleyen sosyalizm karşıtı bir “bireyci (individüalist)” olması, okura sağlam temele dayanan iki seçenek-ihtimal sunuyor: Bireyci fikre ve fikir sahiplerine inceden eleştirel bir yaklaşımda bulunması ve yazarımızın ölümünden önce bağlı olduğu fikir ve görüşlerin esasında yanıltıcı olabileceğini sezmesi, bunu kaleme alması. Jack London’ın yerinde olsaydım ikinci seçeneği işaretlerdim. Nitekim bu mühim eserin yazarından, okuru yönlendirmeksizin ortaya koyulan objektif bir bakış açısı beklenir.


Martin Eden, zamanla zihinsel anlamda epey yol kateder (diğer taraftansa artık para kazanacak bir işi olmaması ve yazılarının satılmaması sebebiyle günlerce süren açlık(lar) dolayısıyla sağlam bedeni gitgide çöker). Öyle ki –ihtiyar Brissenden da sağ olsun- vakti zamanında âşık olup imrendiği burjuva ahalisinin de eski arkadaşlarından –işçi ve avare kesiminden- pek farksız olduğunu düşünmeye başlar. Tam da bu noktada araya girmemi ve okurun, şahsi perspektifimden duruma göz gezdirmesini yararlı bulacağım: Eden, fikirsel olarak ruhunda olağanüstü devrimlere imza atsa da Ruth bunun yetersiz ve çok kere gereksiz olduğunu savunmuş, onun lise ve üniversite eğitimi almasını öğütlemiştir –zira Morse ebeveynleri de mütemadiyen bunları düşünmüştür. Hâlbuki diğer kanattan Eden, bir lise eğitiminden daha kısa sürede akademisyenlere taş çıkaracak ölçüde bilgi, fikir ve görüş birikimine sahip olmuş, üstelik neredeyse tümünü kâğıda geçirebilmeyi başarmıştır.


Martin Eden, yeryüzünde nadir rastlanan aydınlardan biri hâline gelmiş, her ne kadar bir roman karakteri olsa da yazarımızın gerçeklikten kopmadan bizlere yansıttığı bu karakterin yaşantısı örnek alınası biyografiler arasına girmiştir. Olay akışına ve durumlara yüzeysel bakıldığı vakit bile birçok ders çıkarılabilir. Kaldı ki kitap derinlemesine incelendiğinde yani kitaba bir nevi Martin Eden gibi Jack London gibi bakıldığında gerek “güzellik” tanımı ve arayışı hususunda olsun gerekse hayatın anlam(lar)ına doğru çıkılan seyahat mevzusunda olsun oldukça sarih ipuçlarına rastlarız. Bunlardan biri de –kitabın sonu hakkında bilgi içerir!- Martin Eden’ın intiharı tercih etme nedeni…




Martin Eden Filminden Luca Marinelli


"Bitirdim ben...

Koydum lavtamı bir kenara,

Neşeli gölgeler sallanıp dururken

Mor yoncalar arasında

Ne ses var artık ne de seda...

Bitirdim ben...

Koydum lavtamı bir kenara,




Bir zamanlarmış o ardıçkuşları gibi ötüşüm

Erkenden, çiy düşmüş çalıların arasında;

Kesildi şimdi sesim soluğum,

Artık bitkin bir ketenkuşuyum,

Tükendi bildiğim tüm şarkılar,

Ve şakıdığım o anlar.

Bitirdim ben...

Koydum lavtamı bir kenara."

(London, J. (1909). Martin Eden, s. 402. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)



Martin Eden, basite indirgenemeyecek bir tutku uğruna girişti bu yola, aydınlanmaya, kendini ve toplumu aşmaya. “Ruth için!” ya da “Ruth sayesinde!” dedi her defasında. Fakat olayın özü, sandığından daha farklıydı. Ruth veya aşk ona, onun yukarıdan –aşkın bir şekilde- görmesine büyük bir etki etti, evet, gelgelelim esas süreç, o etkinin ardından yapılması icap edenlerle işleyecekti. Ve Eden bunu başardı.


Martin Eden gibiler “güzellik”te kutsallık –ve bu kutsallıkta gerçeklik (reality)- arar. O kutsallığa eriştikleri vakit ise onları kimse tutamaz kanatlandıkça kanatlanırlar. Çevresindekiler tarafından “deli, ahmak, kendinibilmez” gibi sıfatlara layık görülseler de aslında -birkaç bakıma- tanrısal kimliğe bürünürler. Baktıklarını, derinlerine dek görürler… Bahsini geçirdiğim kutsallığa da aşk vasıtasıyla ulaşırlar ekseriyetle. Bu aşk sadece kadına-erkeğe duyulmaz; ayrıca tanrıya, bilgiye-hakikate, tabiata, evrene (göğe, uzaya, yıldızlara vs.) de duyulur, duyulmuştur. Mecnun, Romeo, Faust, Martin Eden ve daha niceleri.


“Hayata doymak.” dedi Martin, onun güzide aşkı son bulduğunda, üstelik yıllarca çabalayıp da sonunda resmen ünlü bir yazar olmasına rağmen. Bu denli yüksekten uçan kimselerin dönüp dolaşıp nihayet ulaşacağı evredir burası: Hayata doymak. Yaşama dair onlarca hatta yüzlerce mana bulsunlar, yine de önemsemezler artık hiçbirini. Tüm manalar değerini yitirir bu evrede. Gel gör ki ölmeyip yola devam etmek için tek sebep kalmaz ve o an yapılması gereken tek şey vardır -gibi gelir: İntihar. Ama kolay olandır bu. Pes etmek, güç olandan kaçmak. İşte, Martin Eden olmak; basit yolu seçmek, er geç pes etmektir. Tutunamamak, tutunmak istememektir, tutunmak için el uzatmayı dahi değer görmemektir. Hayata doymak ve bir daha acıkmak da yemek de istememektir. Evet, Martin Eden olmak, bir zamanlar ardıçkuşları gibi ötmek, vakti gelince de koymaktır lavtayı bir kenara.

286 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

تعليقات


bottom of page