Kızlar entarilerinin eteklerini tutmuş tatlı tatlı kıvırtırlarken birden ciddileşip bakışlarını sertleştirdiler. İçlerinden ikisi horoz gibi başlarını dikleştirirken bir tanesi de onların arasında kalmış az sonra olacaklardan endişelenen gözlerle ikisini izliyordu. Sonunda boyunlarını kopacak kadar yukarı uzatıp horozluğa merak salmış kızlardan birisi konuşmaya başladı.
‘’Ben senin gibi köle değilim, gerçek bir sultanım.’’
‘’Sen koca bir yalansın, sana acıyorum!’’ İlk konuşan kendisini tutamayarak tam kızın üzerine atılacaktı ki kapıda elindeki tepsi ile dikilmiş hayretler içinde onları izleyen annesini görünce bu fikrinden vazgeçti. Üçünü de basan mahcupluk yanaklarını allara boyarken ayrılıp çil yavrusu gibi dağılıverdiler.
‘’Az önce ne yapıyordunuz siz? Hem bu üzerinizdekiler de ne böyle?’’
‘’Şey anneciğim bunları öğretmenimiz verdi halkoyunlarına seçildik ve bunlar da kostümlerimiz prova yapıyorduk.’’
‘’Hiç halk oyunu oynuyormuşsunuz gibi gelmedi bana.’’
‘’Iı şey evet yorulduk da biraz ara verdik. Akşam izlediğimiz diziden bir sahneyi canlandırıyorduk.’’
‘’Evet, Aylin teyze ben Hürrem Sultan’ı Merve de Mahidevran Sultan’ı canlandırıyorduk.’’ O sırada Pelin atıldı öne,
‘’Ben de Nigar Kalfa oldum.’’ dedi kıkırdayarak.
‘’Öyle mi? Nerden geldi peki bu merak?’’
‘’Eski Türk kadınları çok güzeller. Saraylarda süslenip püslenip ortalıkta dolaşarak, herkese emirler vererek günlerini geçiriyorlar. Keşke biz de o zamanlarda yaşasaymışız.’’ dedi Merve. Annesi Aylin Hanım elindeki kurabiye ve meyve suyu dolu tepsiyi masaya bıraktıktan sonra kızının yanaklarını iki eliyle sıkıca kavrayarak ‘‘Siz eski Türk kadınlarını mı merak ettiniz?’’ dedi. Hepsi aynı anda başlarını salladılar ‘’Ama cevabı çok yanlış yerde aramışsınız çocuklar, ne yazık ki televizyonlarda gösterilen o tarihi diziler gerçeği pek yansıtmıyor.’’ dediğinde kızların yüzü düştü.
‘’Ne yani hepsi yalan mı onların?’’ dedi Pelin’in ikiz kardeşi Selin.
‘Yalan demek pek hoş olmasa da ne yazık ki gerçekten çok uzaklar Selinciğim. Ama isterseniz sıcak kurabiyelerden yerken size gerçek bir Türk kadınının hikâyesini okuyabilirim. Kütüphanemde harika bir kadının öyküsü var.’’ Hepsinin gözleri neşeyle ışıldadı. ‘’Öyleyse hadi masaya geçelim’’ dedi Aylin Hanım. Kızlar kurabiyenin etrafında oturup meyve sularından içerlerken Aylin Hanım da kütüphaneden bahsettiği kitabı getirdi. Kızlar çok heyecanlı görünüyorlardı, gözlerindeki meraklı ışıltıdan memnun olan Aylin Hanım başladı okumaya.
‘’Bir elinde asası diğer eli göbeğine kadar uzanan aksakalını okşayarak ağır aksak yürüyordu ihtiyar adam. Güneş en tepeden ateşten oklarını üzerine doğru savururken sığınabileceği bir gölgelik bulabilmek umuduyla elini alnına siper etti ve yorgun gözleriyle etrafı taradı. Az ötede büyükçe bir ağacın gölgesi görünüyordu. Cebinden çıkarttığı mendiliyle alnındaki teri sildi ve o yöne doğru yürümeye devam etti. Üzerindeki yakası ve kolları işlemeli açık renk cebbesi (cübbe) kirlenmiş terden de biraz nemlenmişti. İçindeki beyaz gömleği toz kir içinde kalmış artık beyazlıktan çıkmış bambaşka bir renge bürünmüştü. Başındaki yumuşak kumaştan olma kırmızı şişya (fes) solgun yüzüne renk katarken ak saçlarını da canlandırmıştı. Güç bela yorgun bedenini ağaca kadar taşıdıktan sonra büyük bir tükenmişlikle bırakıverdi kendini. Sırtını ağacın sert gövdesine dayayıp sıcaktan el yakan lastiklerden kurtardığı ayaklarını uzatıverdi. Matarasında kalan son birkaç yudum suyu da içince biraz olsun rahatladı. Hava çok sıcaktı ama ağacın altında tatlı tatlı esen rüzgârın yüzünü yalayarak onu serinletmesi hoşuna gitmişti. Rahatlığın verdiği gevşeklikle üzerine çöken rehavete hiç direnmedi ve yorgun gözlerini kapayıverdi.
Bir süre sonra hissettiği sarsıntıyla gözlerini açtığın
da karşısındakilere şaşkın gözlerle bakakaldı. İki tane genç adam başında durmuş meraklı bakışlarla onu süzerken bir tanesi de omuzundan tutmuş hafiften onu sarsıyordu.
‘’İyi misin amca?’’
‘’Al amca bir su iç, aç mısın?’’ Telaşla içirilen su sakalları üzerinden minik dereler gibi akarken elinin tersiyle baraj misali onları durdurdu, yorgun dudaklarını aralayarak konuştu.
‘’İyiyim, ne oldu?
‘’Ağacın altında öylece yatıyordun, hastalandın sandık.’’
‘’Yok, evladım iyiyim endişe etmeyin. Güneşin altında yürümekten yorgun düştüm. Suyum da bitmiş, gölgeliği görünce uyuya kalmışım.’’
‘’Böyle bir başına yayan yola mı çıkılır hiç. Nereden gelir, nereye gidersin amca?’’
‘’Eşeğim sıcağa dayanamayıp nalları dikince yaya kaldım. Bağdat’tan gelirim, duydum ki Tuğrul Bey hastalanmış. Onun yanına Rey şehrine giderim.’’
‘’Sen kimsin ki bey amca? Hiç sultanın yanına koyarlar mı seni?’’ diyerek katıla katıla gülmek isteseler de amcanın yaşına hürmeten hafiften tebessüm ettiler.
‘’Alır ya niye almayacakmış, Bağdat’ta bulunduğu zamanlarda muhabbetimiz oldu kendisiyle, pek sever sayardı beni. Ölmeden dünya gözüyle son kez göresim geldi.’’
‘’Tamam, hadi gel bizimle o tarafa gidiyoruz, seni de bırakırız.’’ diyerek ihtiyara el verdiler ve yorgun bedenini havalandırarak topraktan ayırdılar. Kendisini dinlenmiş ve dinç hisseden ihtiyar, adamların yardımıyla yanlarında her ihtimale karşı fazladan bulundurdukları üçüncü ata bindi. Ne olur ne olmaz diye de atın dizginlerini hemen önünde ilerleyen adam aldı eline. Üç atlı ağır ağır ilerleyerek yola koyuldular. Amca onlar gibi at koşamayacağından yolları uzamıştı, varacakları yere hayli gecikeceklerdi ama şikâyet etmediler. Bu yaşta bir adamı bu dağ başında bırakıp gitmek olmazdı. Zavallıcık ya açlıktan, susuzluktan ölür kurda kuşa yem olur ya da eşkıyaların zulmüne uğrardı. Uzun saatler boyu at sırtında ilerlediler. Güneş tepelerin ardına saklanıp ışığını esirgemeye başlayınca geceyi geçirmek için uygun bir yer bulup durdular. Karınları da epey acıkmıştı, iki adam hemen çalı çırpı toplayıp ateş yaktılar. Gece boyu yetecek kadar da kurumuş dallardan yanlarına minik bir istif yaptılar.
Heybelerinden çıkarttıkları bir parça peynir, birkaç domates ve ekmeği bölüşerek yediler. Karınları doyunca keyifleri yerine geldi ve üç adam konuşmaya başladılar.
‘’Madem iyi tanırsın Tuğrul Bey’i anlat bakalım amca. İlk karısı olan rahmetli Altun Can Hatun’u da bilir misin?’’
‘’Bilirim ya. Bilmez olur muyum hiç?’’
‘’Onun için çok iyi at bindiğini, kılıç kuşandığını derler doğru mu?’’
‘’Doğru tabii. Bugün bu devlet yıkılmadıysa Altun Can Hatun’un sayesindedir. Durun ben size hikâyeyi taa en başından anlatayım, nasılsa gece uzun.
Bundan yıllar önce Harzem bölgesinin yöneticisi Harzemşah ile evli olan Altun Can Hatun kocasının ölümünden sonra oğlu Anuşirvan ile genç yaşında yalnız kalmış. Altun Can Hatun eli açık, güzel ahlaklı, akıllı ve kültürlü olması ve dinine bağlılığıyla bilinir çok da sevilirmiş. Bu özellikleri Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in kulağına gidince çok etkilenmiş. Veziri Amidül Mülk El Kundiri ile haber gönderip Altun Can Hatun’a evlilik teklifinde bulunmuş. O da kabul edince evlenip oğluyla birlikte saraya yerleşmiş. Tuğrul Bey Altun Can Hatun’u çok sayar ve severdi. Öyle ki devlet kararlarında bile ona danışmadan bir adım atmazdı. Altun Can Hatun bilgisi, olgun duruşu ve devlete olan tutkusuyla Tuğrul Bey’in en önemli danışmanı olmuştu. Altun Can Hatun aynı zamanda at binen, kılıç kuşanan, gerektiğinde askere komutanlık yapacak kadar cesur ve bilgili biriydi. Zaten emrinde küçük bir ordusu da hali hazırda vardı. Altun Can Hatun’un kullanamadığı savaş silahı yoktu, askeri yeteneği sayesinde de tüm askerler onu sayar sözünden çıkmazlardı.
Sadece askerler değil Anadolu’da bulunan Bizans birlikleri bile onu sayar sözüne güvenirdi. Öyle ki Tuğrul Bey’in Anadolu’ya gönderdiği akıncı birliklerinden rahatsız olan Bizans, Altun Can Hatun’a haber gönderir Tuğrul Bey ile konuşup geri çekilmesi için ikna etmesini isterlerdi. Böyle de önemli bir konuma sahipti işte. Tuğrul Bey’in İslam dünyasının en güçlü komutanı olduğu dönemde Bağdat Abbasi Halifesi zor zamanlar geçiriyordu. Çıkan isyanları, başkaldırışları bastıramayanınca Tuğrul Bey’e para teklif ederek onu bu zor durumdan kurtulmasını istedi. Tuğrul Bey bu teklifi zinhar reddetti. Bağdat’ta o günlerde çok zor zamanlar geçiriyorduk, tek umudumuz Tuğrul Bey’in bu teklifi kabul edip bizi kurtarmasıydı. Zaten bundan başka çaremiz de yoktu. Teklifi kabul etmeyince de tüm umudumuzu kaybetmiş kaderimize razı olmuştuk. Ancak nedendir bilinmez sonraları Tuğrul Bey vazgeçip teklifi kabul etti, böylece sönen umut ateşimiz yeniden alevlendi. Ancak Tuğrul Bey bir hata yaptı ve çok fazla hazırlık yapmadan küçük bir grup askerle birlikte Altun Can Hatun’u da yanına alarak Bağdat’a geldi.
Bağdat’ta işler o kadar kötüydü ki halk topraklarını terk edip kaçmak üzereyken gelen Tuğrul Bey’i büyük bir coşku ve sevinçle karşıladı. Bağdat’ta akan kanlar durmuş artık bayram havası esmekteyken Tuğrul Bey’in yokluğunu fırsat bilen üvey kardeşi İbrahim Yinal çeşitli beylikleri toplayarak isyan başlatıp bağımsızlığını ilan etti. İslam âlemi için Bağdat’ın güvenliği çok önemliydi ve Tuğrul Bey Bağdat’ı eşi Altun Can Hatun’a emanet ederek hazırlıksız olmasına rağmen isyanı bastırmak üzere yola çıktı. Hepimiz umutla iyi haberler bekliyorduk ama o haber hiç gelmedi. Tuğrul Bey ülkesine döndükten bir süre sonra ortalığa çeşitli dedikodular yayıldı. Kimi şehit olduğunu, kimi esir düştüğünü, kimi de kuşatma altında olduğunu söyledi. Tüm saray halkı korku içinde neler olacağını beklerken dedikodularla panikleyen Halife ve Vezir El Kunduri İslam devletinin sonunu getirecek olan kararı verdiler. Tuğrul Bey’in yerine geçecek oğlu da olmayınca çareyi üvey oğlu olan Anuşirvan’ı tahta geçirmekte buldular. Bu duruma öfkelenen Altun Can Hatun ise kendi çıkarlarını ve soyunun kazanacağı bu asil unvanı bir kenara bırakıp tüm soğukkanlılığıyla devletin çıkarlarını düşündü. Diğer Türk beyliklerinin oğlunun tahta geçmesini kabul etmeyeceğini biliyordu. Çıkacak olan iç sorunların Selçuklu Devleti’nin sonunu getireceği aşikârdı.
Bu yüzden verilebilecek en cesur kararı verdi ve
oğlunu taht sevdasına kapıldığı için tutuklatıp zindana attırdı. Yanlış kararlar alıp devletin yönetimini sağlayamadıkları için vezir ile halifeyi de tutuklattıktan sonra askerlerini de alarak Tuğrul Bey’i kurtarmaya gitti. Tüm Bağdat halkı dualarla uğurladık İslam’ın bekçilerini. Altun Can Hatun’un o gün Bağdat’tan öyle bir çıkışı vardı ki hiç unutamam. Kendinden emin, korkusuz tam bir komutan. Sanırsın yedi cihan sultanı. Neyse Altun Can Hatun Tuğrul Bey’in kuşatma altında olduğundan emin olunca onu kurtarmak için saldırıya geçti. Altun Can Hatun’un geldiğini duyan Tuğrul Bey’de onun varlığından güç alarak atağa kalktı.
Altun Can Hatun dışardan, Tuğrul Bey içerden saldırınca İbrahim Yinal baş edemedi ve savaşı kaybetti. O gün Altun Can Hatun sadece kocası Tuğrul Bey’i değil tüm İslam âlemini, koca bir devleti kurtardı.’’
‘’Vay be böyle yürekli kadınlarımız var oldukça sırtımız yere gelmez bizim. Ölürken bile devletinden başka bir şey düşünmemiş derler öyle mi?’’
‘’Öyle ya. Son nefesinde Tuğrul Bey’e vasiyet etti. Ben öldükten sonra halifenin kızıyla evleneceksin diye söz verdirdi. Halifenin kızının bu evliliği kabul etmesi karşılığında da tüm şahsi servetini kıza miras bıraktı.’’
‘’İnsan kocasını nasıl başkasıyla evlenmeye zorlar, aklım almıyor doğrusu.’’
‘’Altun Can Hatun bunu vasiyet ederken devletin baki kalmasını planladı. İstedi ki bu evlilikle Halife ve Selçuklu devleti birleşsin, İslam devleti büyüsün güçlensin. Bütün amacı buydu, Tuğrul Bey de bunu bildiğinden istemese de evlendi. Halife Tuğrul Bey’in kardeşi Çağrı Bey’in kızıyla evli olmasına rağmen kızını vermek istemedi. Biz dışarıdan kız alırız ama kız vermeyiz dedi. Zor da olsa Tuğrul Bey onu ikna etti ve Altun Can Hatun’un son dileği gerçekleşti. Öyle işte evlatlar, şimdi Tuğrul Bey hasta benim de halim ortada ölmeden bir gideyim dünya gözüyle göreyim diye düştüm yollara.’’
‘’Merak etme amca gün doğumuyla düşeriz yollara, dünya gözüyle görürsün beyimizi. Sarayın kapısına kadar biz seni götürürüz, için rahat olsun.’’
O gece yıldızların altında son hu
zurlu uykusunu uyudu ihtiyar. Gün ışıyınca atlarına atlayıp yollara düştüler, adamlar söz verdikleri gibi ihtiyarı sarayın kapısına kadar bıraktılar. İki eski dost hasta ve yaşlı halleriyle saatlerce hasret giderip eski günlerden konuştular. O gece yatsı namazını kıldıktan sonra pencere önünde oturup Altun Can Hatun’u düşünerek dünyaya gözlerini kapadı ihtiyar. Türk milleti var olduğu sürece onun gibi mert kadınlar da var olacaktı. Tarih kahraman Türk kadınlarının şanlı hikâyeleriyle doluyken gelecekte bu hikâyelere yenileri eklenmeye devam edecekti elbet.
Kitabın kapağını kapattıktan sonra odada derin bir sessizlik oldu. Kızları tek tek gözlemleyen Aylin Hanım tıpkı kendisi gibi onların da gözlerinin dolduğunu görünce gülümsedi. İstediği etkiyi verebilmişti, son dokunuşu da yapmak için sessizliği bozarak gözleri üzerine çekti.
‘’İşte kızlar, bizim tarihimizde kadınlarımız gerektiğinde kılıç kuşanıp, can vererek bu vatanın ayakta kalması için ne gerekiyorsa yaptılar. Tarihinizi öğrenmek için sakın ola o saçma sapam televizyon programlarını kaynak seçmeyin. Tarihi öğrenmek istiyorsanız kitaplardan uzak kalmayın. Seçeceğiniz kaynağın doğru ve güvenilir olduğundan emin olun. Dizilerde kadınlarımızın üzerinden oynanan bu oyunlara gelmeyin. Türk kadını her zaman ne istediğini bilen, güçlü, dimdik duruşuyla bilinir. Siz de hayattaki hedeflerinizi belirleyerek, atalarımız gibi dik ve kararlı duruşunuzu koruyun. Öyle pembe dizilerle saçma sapan düşünceleri kafanıza sokmalarına izin vermeyin.’’
Üç kız sessizce ıslak yüzlerini sildiler ve Aylin Hanım’a sarılarak yanaklarını uzun öpücükleriyle doldurdular. Asla bu oyunlara gelmeyecek, geleceğin güçlü kadınlarından olup, tarihin ışığında yaşamlarını sürerek hedefleri olan, üreten birer birey olacaklarına söz verdiler.
Kesinlikle değinilen konu günümüz gençlerinin kanayan yarasıdır. Çok beğendim,kaleminize sağlık.